Basın özgürlüğü, bir ülkenin nefesidir…
O nefes kesildiğinde, yalnızca gazeteciler değil; toplumun tamamı sessizliğe mahkûm olur…
Bugün Türkiye’de o nefessizliğin en çarpıcı örneklerinden biri, yıllardır bu ülkenin medya hafızasına damga vurmuş bir isim olan Fatih Altaylı’dır…
Altaylı’yı beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz…
Ama şu bir gerçektir…
Bu ülke, onun kaleminden ve ekranlarından çok şeyi duymuş, öğrenmiştir…
Elbette hataları, eksikleri, yanlışları olmuştur…
Seveni kadar eleştireni de vardır…
Fakat tartışmasız bir gerçek vardır ki…
Altaylı yıllar boyunca toplumsal nabzı tutmaya çalışmış, mesleki çizgisini eleştirel akıldan ve tarafsız duruştan yana kullanmış bir gazetecidir…
Bugün ise o gazeteci, tutukluluğunun devamına karar verilen bir davanın sanığıdır…
Ve bu süreç, kamuoyunda bir hukuk davasından ziyade, siyasi etkilerin tartışıldığı bir dosya olarak değerlendirilmektedir…
Bir gazeteci yargılanabilir; bu demokratik bir hukuk düzeninde mümkündür.
Ancak bir gazetecinin yargılanma biçimi, demokrasinin aynasıdır.
Eğer bir kişi, kaleminin ya da mikrofonunun gücünden dolayı cezalandırıldığına dair bir algı oluşuyorsa…
Eğer eleştirileri, yargı sürecinde dolaylı biçimde belirleyici hale geliyorsa…
işte orada hukukla güç ilişkisi arasındaki çizgi bulanıklaşır…
Bugün Altaylı’nın içinde bulunduğu durum, tam da bu soruyu akla getiriyor…
Gerçekten hukuki bir süreç mi işliyor, yoksa bu dava, kamuoyu nezdinde siyasetin gölgesinde mi algılanıyor…
Bu sorunun netleşmesi, yalnız Altaylı için değil, Türkiye’nin adalet anlayışı için de önemli olduğu görülüyor…
Altaylı, tutukluluğunun sürmesi üzerine kendi YouTube kanalındaki yayınını kapatma kararı aldı…
Bu karar, bir geri çekilme değil; birçok gözlemciye göre bir sessiz direniş biçimidir…
Çünkü o, konuşma hakkı fiilen elinden alınmış bir gazeteci olarak, konuşmama hakkını bile bir protestoya dönüştürmüştür…
Yıllarca düşünce özgürlüğünü savunmuş bir kalem, bugün kendi düşünceleri nedeniyle susturulma tehlikesiyle karşı karşıya…
Bu ironiyi tarih mutlaka bir kenara yazacaktır…
Basın özgürlüğü yalnız gazetecilerin değil, toplumun tamamının hakkıdır…
Çünkü bir gazeteci susturulduğunda, halkın doğru bilgiye erişim hakkı da kısıtlanır…
Toplum, kendi geleceğini şekillendirecek gerçeklerden mahrum kalır…
Fatih Altaylı’nın yaşadığı süreç bu yönüyle yalnızca bir bireyin değil, hepimizin demokrasisine yöneltilmiş bir vicdan sınavıdır...
Bu sınavdan geçebilmek için, kimden gelirse gelsin, her sesin özgürlüğünü savunmak gerekir…
Unutmayalım ki, bir gazetecinin tutukluluğu hiçbir demokratik düzende “olağan” sayılmaz…
Altaylı’nın durumu, sadece bir yargılama değil; düşünce özgürlüğü konusundaki toplumsal kararlılığımızın ölçüsüdür…
Fatih Altaylı, düşüncesi nedeniyle değil, düşünmeyi sürdürdüğü için yargılanıyor…
Ve bu durum, bir hukuk devletinin sınırlarını değil; o sınırların ne kadar zorlandığını gösteriyor.
Bir ülkede gazeteciler susturuluyorsa,
o ülke, kendi geleceğini de susturmuş olur…
Altaylı’nın davası, yalnızca bir gazetecinin değil, özgür Türkiye idealinin davasıdır.
Vesselam.