Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’da seçilmiş hedeflere karşı nokta atışı operasyonlar yaptığı bizzat Başkan Trump tarafından yanında yardımcısı JD Vance, Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve Savunma Bakanı Pete Hegseth olduğu halde üç buçuk dakikalık bir video görüntüsüyle açıklandı. Öte yandan Trump’ın “arka kapı” diplomasisi yoluyla İran liderliği ile İstanbul’da bir araya gelebileceği de basına sızmış durumda.
Pekiyi, ABD İran’ı neden vurdu? Petrol siyaseti ve askeri strateji hesaplamaları sürekli gündemde. Nitekim İran, dünya petrol fiyatlarında oynamalara yol açabilecek düzeyde üretim kapasitesi olan bir ülke; üstelik ambargolar nedeniyle İran petrolünün yüzde doksanını alan Çin için İran çok önemli bir tedarikçi. Ancak enerji jeopolitiği gibi aşikâr maddi unsurların ötesinde acaba eskatolojik derinlik Amerika’nın Ortadoğu'da olası bir savaşa karşı derin duruşunu ne denli şekillendirmektedir?
Amerikan Evanjeliklerinin önemli bir kesimi, özellikle MAGA – Amerika’yı yeniden büyük kılmak -hareketiyle iltisaklı olanlar için İsrail ve İran arasında çatışmaya dönüşen gerginlik yalnızca jeopolitik bir krizden ya da Amerika’nın rasyonel ulusal çıkar hesaplamalarından mı ibarettir? Amerikan dış politikasına hâkim olmaya çalışan siyasi klik açısından Ortadoğu’da yayılan yangın, bir yanıyla Protestan inanç sisteminin de temelini oluşturan “ilahi kehanet”in adım adım gerçekleşmesi anlamını taşıyor olabilir mi?
Dispensasyonalizm
Evanjelik dünya görüşünün merkezinde belirli bir teolojik çerçeve vardır: dispensasyonalizm. Çoğumuzun pek de aşina olmadığı bu kavram, tarihi, her biri Tanrı’nın “seçilmişler” ile benzersiz bir şekilde ilişki kurmasıyla karakterize edilen ve “dispensasyonlar” adı verilen farklı dönemlere böler ve bu dönemler üzerinden bir İncil okuması sunar. Hristiyanlığın kutsal metinlerinin bu yorumuna göre, modern İsrail devleti Evanjelikler için yalnızca stratejik bir müttefik değil, aynı zamanda Tanrı'nın planında merkezi bir aktördür. “Kıyamet Zaman”ının ortaya çıkarak, İsa Mesih’in dünyada yeniden görülmesi için İsrail “düşmanlar”a karşı zafer kazanmalıdır. Bu dini anlatıda, “kehanetin İncil’deki Pers”i olarak gösterilen İran’la bir çatışma, önlenmesi gereken bir kriz değil, kazanılması mutlak, ilahi olarak belirlenmiş bir ön koşuldur.
Mistik bir anlatıdan dış politika gerçekliğine
Dispensasyonalist anlatı (söylemesi dili bile zorluyor!) hayli afaki hatta biraz uçuk görünse de siyasi etkileri açısından dikkate şayandır. Eski Başkan Yardımcısı Mike Pence, Savunma Bakanı Pete Hegseth ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo gibi isimler dini inançlarını dış politika duruşlarıyla açıkça birleştirmiş, İncil okuması merceğinden İsrail’e açık ve tam destek vermişlerdir. Bugün de gerek Kongre’de gerekse Cumhuriyetçi tabanında etkili Evanjelik liderler Başkan Donald Trump’ı ısrarla İsrail’i desteklemeye ve İran’a karşı şiddet kullanılmasına davet ediyorlar. Dolayısıyla ikinci Trump dönemi bu tehlikeli dini kehanet ve politika birleşimini Orta Doğu stratejisinin özü haline getiriyor.
Başkan, Haç ve Kıyamet: ABD Dış Politikasının Yeni İdeolojisi
Amerikan dış politikasında bir kez daha sadece stratejik hesaplar ya da ekonomik çıkarlar değil, çok daha derin, çok daha kadim bir motivasyon etkili oluyor: Dini kadercilik. Eski Fox News sunucusu ve Trump’ın Savunma Bakanı Pete Hegseth’in Senato onay sürecinde vücudunu saran dövmeleri tartışma yaratmıştı. Ancak Hegseth bu dövmeleri gizlemek yerine gururla sergilemeyi tercih ediyor. Hegseth’in kolundaki dövmede geçen “Deus Vult” – yani “Tanrı böyle istiyor” ifadesi, Haçlı Seferleri sırasında Hristiyan orduların savaş narasıydı. Hegseth’in dövmesinin hemen yanında göğsünde Kudüs Haçı da yer alıyor. Bu semboller birer süsten ibaret değil. Vücuda işlenmiş bu dövmeler, radikal bir ideolojik bağlılığın dışa vurumu ve sadece bireysel değil, kurumsal nitelikte. Üstelik dini sembolizm yalnızca Pentagon’a özgü değil. Senatörlükten Dışişleri Bakanlığı’na terfi eden Marco Rubio da kısa süre önce Gazze konusunun tartışıldığı bir televizyon röportajına alnına boyanmış bir haç ile katılmıştı. Trump’ın videosunda arkasına aldığı bu iki önemli kabine üyesinin açıkça kullandıkları söz konusu dini semboller, Haçlı zihniyetinin artık sadece bireysel radikalizm ifadesinden ibaret olmadığını, bunun Amerikan devlet aklının bir parçası haline geldiğini gösteriyor. Donald Trump ise bu hiyerarşinin en tepesinde kendine yer biçiyor. Kendini Tanrı’nın “seçilmiş halkının, seçilmiş başkanı” olarak gören bir liderden söz ediyoruz. Bu türden bir dinsel meşruiyet algısı, Protestan ahlakının hiyerarşik yapısında en üst düzeye yerleşmiş bir başkan figürünü ön plana çıkartıyor.
Türkiye’nin Durumu
Elbette bu din güdümlü siyasi gündemin etkileri sadece İsrail ve İran’la sınırlı değil. Gelişmeler, Amerika Birleşik Devletleri’nin en kritik müttefiklerinden biri olan Türkiye’yi de köşeye sıkıştırıyor. NATO’nun Müslüman üyesi Türkiye, uzun süredir Doğu ile Batı arasında hassas bir denge siyaseti izliyor. Bir yandan Tahran’la tarihsel bağlarını korurken, öte yandan Washington’la stratejik ilişkilerini sürdürmeye çalışan Ankara, kaçınılmaz olarak giderek artan bir baskı altında. ABD’nin taraf olacağı olası medeniyet temelli bir büyük savaş, Türkiye’yi ya Batı’nın yanında yer almaya ya da güçlü yerel ve bölgesel dinamiklere direnerek kendi pozisyonunu savunmaya zorlayacaktır.
Batının Ötesi olarak Türk İmgesi
Ancak Türkiye için tehdit yalnızca jeopolitik değil; aynı zamanda ideolojik. Kıyamet senaryolarıyla şekillenen bu dünya görüşünde tarafsızlık pek hoş karşılanmıyor. Osmanlı’dan NATO’ya kadar uzanan süreçte, kâh haçlı geleneğinin devamı olarak, kâh sadakatsiz bir ortak görerek Batı anlatıları tarih boyunca Türklüğü sık sık “öteki” olarak konumlandırdı. Ankara, bu tür haçlı zihniyetli bir savaşa direnmeye kalkarsa, bu eski önyargılar hızla yeniden gün yüzüne çıkabilir. Türkiye, bu senaryoda radikaller tarafından stratejik bir ortak olarak değil, Tanrı’nın planının önünde duran sembolik bir düşman olarak gösterilebilir.
Aklı Selime Çağrı
Bir süredir John Mearsheimer ve Jeffrey Sachs gibi uluslararası ilişkiler uzmanları, ABD dış politikasında aklıselime dönüş çağrısı yapıyor. Bu çağrılar ilk duyulduğunda temkinli realistlerin itirazları gibi algılanmıştı. Ancak bugün, Biden döneminde ivme kazanan müdahaleci dış politika anlayışı, bambaşka bir bağlamda sorgulanıyor. Washington, hızla raison d'état yani “devlet aklı” ilkesinden uzaklaşıyor; bunun yerini ise giderek bir tür Orta Çağ mantığına, mesiyanist sembollerle bezenmiş bir dış politika tahayyülüne bırakıyor. Artık Amerikan dış politikasında Richelieu’nun kurnaz devlet aklına ya da Kissinger’ın soğukkanlı denge stratejisine değil, Steve Bannon’un “medeniyetler savaşı” vizyonuna, Mike Pompeo’nun İncil referanslı jeopolitiğine, Peter Navarro’nun içe kapanmacı ekonomizmine ve vaiz Robert Jeffress’in kıyamet teolojisine daha çok kulak veriliyor. Bu isimler, diplomasiyi bir müzakere sanatı değil, bir inanç savaşı olarak tasavvur ediyor. Uluslararası ilişkiler bir güç dengesi değil, iyilik ile kötülük arasındaki kutsal bir mücadele olarak resmediliyor. Böyle bir dünya görüşüyle hareket eden bir süper gücün dış politikasının öngörülebilir, rasyonel ya da barışçıl olması beklenemez. ABD, jeopolitik rekabetin hızlandığı bir dönemde artık sadece çıkarları için değil, inançları uğruna savaşan bir aktöre dönüşüyor. Bu dönüşüm yalnızca jeostratejik açıdan rakip görülen İran ya da Çin gibi ülkeleri değil, Türkiye gibi denge siyaseti izlemeye çalışan müttefikleri de zor durumda bırakıyor.
Küresel Barış için Türk Devlet Aklına olan İhtiyaç
Bu çerçevede, geleneksel devlet aklı demode ilan edilir. Diplomasi bir sapkınlık, itidal ise ihanet gibi görülür. Barışa giden yol, jeopolitik karmaşıklıklardan değil, fanatik bir kıyamet arzusundan geçilmez hâle gelir. Buradaki tehdit yalnızca dini radikalizm temelinde değil, aynı zamanda stratejik açıdan da son derece ciddidir. Kehanetle yönlendirilen bir dış politika, çatışmaları önlemek yerine adeta onları çağırır. Zaten vekâlet savaşları, mezhepsel yarıklar ve kırılgan ittifaklarla sarsılan Orta Doğu, artık gerçekçiliğe ya da devlet aklına değil, siyasetçi kisvesindeki Vahiy Kitabı yorumcularına göre şekillenen bir Amerikan dış politikasının yükünü daha ne kadar kaldırabilir?
Gün geçtikçe derinleşen bu vahim tabloya rağmen, henüz her şey kaybedilmiş değil. Eğer Türkiye, tarihi denge rolünü yeniden üstlenir ve diplomatik ağırlığını koyarak İstanbul’da Donald Trump ile İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ı bir araya getirmeyi başarırsa, sadece Tahran ile Tel Aviv arasında değil, Washington ile Ortadoğu arasında da yeni bir diplomasi kanalı açılabilir.
Üstelik böyle bir diplomatik kanal yalnızca İran-İsrail gerilimini yumuşatmakla kalmaz; aynı zamanda Rusya-Ukrayna savaşında tıkanan barış çabalarına ve Gazze’de süregelen insani trajediye de yeni bir umut doğurabilir. Zira Batı’nın ideolojik dogmaları ve ötekileştirilmiş Doğu’nun direnci arasında sıkışmış bir dünya için, gerçekçi ama ilkeli bir arabuluculuğa her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. BM’nin çaresiz kaldığı böyle bir dönemde bireysel itimat ilişkileri daha ön plana çıkacaktır.
Tam da bu nedenle, kritik bir eşikten geçtiğimiz bu günlerde Türk diplomasisine tarihsel bir sorumluluk düşüyor. Ne sadece Batı kampında konumlanmak ne de Doğu’ya savrulmak... Bugünün tarihi görevi, barışa giden yolu, İstanbul’dan başlatabilecek cesur bir vizyon ortaya koymaktır.