İran’ın nükleer programı, yeniden küresel gündemin odağında. İsrail’in olası saldırı gerekçesi olarak gösterdiği uranyum zenginleştirme faaliyetleri, Tahran’ın atom bombasına ne kadar yaklaştığı sorusunu beraberinde getiriyor.
İran’ın nükleer serüveni 1957 yılında, ABD ile yapılan iş birliğiyle başladı. O dönem Batı yanlısı Şah Rıza Pehlevi tarafından yönetilen İran’a Washington, barışçıl nükleer enerji üretimi için destek verdi. Ancak 1979’daki İslam Devrimi ile birlikte bu destek kesildi.
İran, nükleer programının enerji üretimine ve bilimsel araştırmalara yönelik olduğunu savunsa da Batılı ülkeler, yüksek oranda uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin nükleer silah üretimine zemin hazırladığını düşünüyor. Tahran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na (NPT) taraf olduğunu ve nükleer bomba üretmeyeceğini taahhüt ettiğini hatırlatıyor.
Günümüzde İran’ın elindeki santrifüjler Fordow ve Natanz tesislerinde yüzde 60’a kadar uranyum zenginleştirebiliyor. Bu oran, nükleer silah üretimi için gereken yüzde 90 seviyesine oldukça yakın. En kritik tesislerden biri olan Natanz Kompleksi, yer altında ve 14 bin santrifüj kapasitesine sahip.
İsfahan’daki nükleer merkez ise uranyum metali üretimi dahil çok sayıda ileri teknolojiye ev sahipliği yapıyor. Elektrik üretiminde kullanılan tek aktif reaktör ise Rusya desteğiyle çalışan Buşehr Santrali.
İsrail, bu gelişmeleri doğrudan ulusal güvenlik tehdidi olarak görüyor. Tel Aviv yönetimi, İran’ın nükleer faaliyetlerinin “askeri amaç taşıdığını” savunarak uluslararası müdahale çağrılarını artırıyor. İran ise olası saldırıya karşılık vereceğini açıklıyor.
Nükleer program etrafında yükselen tansiyon, sadece bölgeyi değil, dünya barışını da tehdit eden yeni bir kriz başlığını oluşturuyor.