Türkiye, tarihsel olarak genç nüfus avantajını ekonomik kalkınma söyleminin merkezine koyan bir ülke. Ancak bugün, bu avantajın hızlı bir şekilde aşındığı; hatta tersine dönerek yapısal bir demografik tehdit hâline geldiği bir döneme giriyoruz. Bu dönüşüm, diğer tartışmaların ne yazık ki gölgesinde kalıyor; zira doğurganlık düşüşü gürültü çıkarmaz, siyasi getiri sunmaz, ertelenmiş etkiler yaratır ve yönetilmesi yüksek koordinasyon ister.

Fakat şunu açıkça belirtmek gerekir: Demografik çöküş sessizdir ama sonuçları değildir.

Son on yılda Türkiye’nin toplam doğurganlık hızındaki düşüş sadece “bir eğilim” değil, hızlanan bir kırılma dinamiğidir. Birleşmiş Milletler projeksiyonları genellikle iyimserdir; doğurganlığın orta vadede kendiliğinden 2.1 bandına döneceği varsayımı üzerine kurulur. Oysa bu varsayım, Avrupa ülkelerinde bile henüz doğrulanmamıştır; Fransa ve İsveç gibi istisnalar devasa sosyal politika yatırımlarıyla mümkün olmuştur.

Türkiye’nin verisi ise iyimser bir tablo sunmuyor; aksine sert bir aşağı yönlü ivme sergiliyor. 2014 yılında 2.19 olan toplam doğurganlık hızı, 2024’te 1.48 seviyesine geriledi. Bu oranlar ilk bakışta teknik bir istatistik gibi görünebilir; ancak aradaki farkın Türkiye açısından anlamı son derece büyük: Bugün, sadece on yıl öncesine kıyasla her yıl yaklaşık 500 bin daha az bebek dünyaya geliyor.

Bu grafiğin tehlikeli kısmı, düştüğü düzeyi kadar düşüşün ivmesidir. Demografide “trend reversal” yani gidişatı tersine çevirebilme eşiği vardır. Güney Kore 2000’de 1.48’di. Bugün 0.79.
Türkiye, sanılanın aksine Avrupa patikasında değil; Doğu Asya’nın hızlı ve durdurulamayan düşük-fertilite patikasının erken aşamasındadır.

Kendi ülkemizin geleceğini anlayabilmek için başka ülkelerle karşılaştırmak gerekir; ancak doğru yerlere bakarak yapmak gerekir. Türkiye’nin demografik geçişi, Asya tipi hızlı modernleşmenin bileşenlerini taşımaktadır: hızlı kentleşme, hızlı ve yüksek kadın eğitimi, ev içi emeğin cinsiyete göre asimetrik dağılımı, barınma maliyetlerinin keskin artışı, gençlerin evden ayrılma yaşının uzaması, çalışma hayatının rekabetçi yapısı, yüksek iş güvencesizliği.

Nobel ödüllü Claudia Goldin’in “Kariyer ve Aile İkilemi” argümanını anlamak bizim için kritik önem taşıyor: Kadınların eğitim düzeyi yükselir, işgücüne katılımı artar ama ev içi iş bölüşümü değişmezse doğurganlık hızla düşer. Türkiye’de yaşanan da tam olarak budur.

Bu tabloyu doğru anlamak için “Türkiye Avrupa gibi olur, sıkıntı yok, ileri de doğurganlık stabil düzeye geri çıkar” ezberinden hemen çıkmamız gerekiyor. Doğru soru şudur: Türkiye’nin dinamikleri Japonya ve Güney Kore ile mi, yoksa Fransa ve Norveç ile mi benzerlik taşıyor? Kanıtlar ve veriler ilkini gösteriyor. Durum çok ciddi ve kritik.

Aileyi Güçlendirmek: Selvi Dallar Değil, Yapısal Reformlar Lazım

Türkiye’de doğurganlık tartışması çoğunlukla kültürel alanın bir uzantısı gibi ele alınıyor: aile değerleri, ahlaki söylemler, toplumsal normlar… Oysa sosyal politika literatürü açıktır:
Normatif söylemler değil, yapısal reformlar ve ebeveynler doğurganlık davranışını belirler.

Aileyi güçlendirme söylemi tek başına etkili değildir. Aileyi asıl güçlendiren maddi güvenlik ve yaşam döngüsü uyumudur. Türkiye’nin demografisini koruyabilmesi için üç temel politika önerisinde bulunacağım.

1. Barınma Politikaları: Gençler 30 Yaşından Önce Ev Sahibi Olmalı

Demografi literatürünün en güçlü bulgularından biri şudur:
Erken ev sahipliği → Erken evlilik → Erken ilk doğum → Yüksek toplam doğurganlık

2010 sonrası Türkiye’de konut fiyatlarının gelirle bağının kopması, gençlerin doğum kararlarını erteleyen en güçlü yapısal engel hâline geldi. Bir çift 30 yaşından sonra ev sahibi olduğunda biyolojik pencere zaten daralmış oluyor; ilk doğum 30’lu yaşların ortasına sarktığında toplam çocuk sayısı fiilen bir ya da ikiyle sınırlanıyor. 35 yaş sonrası ilk doğum ise çoğunlukla tek çocukla sonuçlanıyor. Bu basit biyolojik gerçek, konut politikasını doğrudan demografi politikasına dönüştürüyor.

ABD’de Baby Boom’u tetikleyen konut finansmanı modelleri, genç yetişkinlere erken yaşta ev sahibi olma imkânı tanıyan düşük maliyetli, uzun vadeli krediler, Türkiye için de yol gösterici olabilir. Bizim ihtiyacımız; 25 yaşında evin kapısını açıp, ödemeyi 30 yaşında başlatabilecek bir sisteme, genç çiftleri ilk evlerinde pozitif ayrımcılıkla destekleyen bir modele ve 15 yıla yayılmış düşük faizli hatta mümkünse faizsiz bir kredi mimarisine işaret ediyor.

Türkiye’nin de aynı etkiyi yaratması mümkün; yeter ki konut politikasını geleceğin demografisini belirleyen bir kaldıraç olarak kurgulayalım.

2. Ev İçi Emek Reformu: Erkek Katılımı Artmadan Doğurganlık Artmaz

Türkiye’de çalışan kadınların çoğu ev işlerinin neredeyse tamamını üstleniyor. Çocuğun bedeli kadının üzerine yığıldığında doğurma kararı erteleniyor. Goldin’in “çift yük” argümanı burada çok belirgin: Kadın işte tam zamanlı, evde tam zamanlı çalışıyorsa, doğurganlık irrasyonel bir karar haline gelir. Dolayısıyla ev içi emek meselesi sadece bir toplumsal cinsiyet tartışması değil; demografik sürdürülebilirlik sorunudur.

Türkiye’nin doğurganlık krizinden çıkışı, yalnızca ekonomik araçlarla değil, en az onlar kadar önemli olan kültürel bir dönüşümle mümkündür. Bu nedenle erkeklerin ev içi sorumluluklara en az kadınlar kadar katıldığı, babalığın yalnızca ekonomik sağlayıcı rolünden çıkıp gerçek bir bakım sorumluluğuna dönüştüğü yeni bir aile kültürüne ihtiyaç var.

3. Kadın İstihdamını Koruyan Model: Çalışan Anneleri Desteklemeliyiz

Türkiye’de kadın istihdamının en büyük kırılması doğumdan sonra yaşanıyor. Kadının iş gücünden kopması hem ekonomik hem demografik kayıp.

Türkiye’de kadın istihdamındaki en büyük kırılma, doğumdan sonra yaşanıyor. Kadının iş gücünden kopması hem ekonomik kapasiteyi azaltıyor hem de demografik açıdan ikinci ve üçüncü çocuk ihtimalini dramatik biçimde düşürüyor. Bu nedenle Türkiye’nin gerçekçi bir “Çalışan Annelik Modeli'ne ihtiyacı var. Kadınların doğumdan sonra yarı zamanlı çalışma hakkına sahip olması, tam zamanlı maaş ile yarı zamanlı maaş arasındaki farkın devlet tarafından tamamlanması, yeni anne çalıştıran işletmelerin vergi ve SGK yönünden teşvik edilmesi ve doğumun kadının kariyer rotasında bir kesinti veya cezaya dönüşmemesi bu modelin temel taşlarıdır.

Gerçek Pronatalizm Cesaret, Bilimsellik ve Yapısal Reformlar Gerektirir

Türkiye’nin bugün ihtiyacı sloganlar, temenniler veya soyut aile vurguları değildir; işleyen mekanizmalara ve uygulanabilir politikalara ihtiyacı vardır.

Eğer gençler erken yaşta ev sahibi yapılabilir, ev içindeki yükü adil biçimde paylaşan bir aile kültürü yerleştirebilir ve kadınların doğum sonrası istihdamdan kopmasını engelleyen bir çalışma modeli inşa edebilirsek, Türkiye’nin demografik eğrisini Güney Kore’nin çöküş patikasına savrulmadan stabilize etme şansımız var.

Aksi hâlde, 2050’lerin Türkiye’si işgücü daralan, sosyal güvenlik sistemi baskı altında kalan, ekonomik büyüme potansiyeli zayıflayan ve demografik olarak kırılgan bir ülkeye dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Bu yüzden demografik kriz “geleceğin sorunu” değil; bugünün çok acil bir politika gündemidir. Türkiye’nin geleceği, bugün doğacak çocuklara bağlıdır fakat o çocukların doğması, bilimsel temelli bir sosyal politika mimarisine bağlıdır.

Bu siteye yazılan köşe yazıları Türkinform'un editöryal politikasını yansıtmamaktadır. Köşe yazılarındaki görüşler yalnızca yazarları ilgilendirmektedir