Washington bu hafta yeni Ulusal Güvenlik Stratejisini yayımladı. Belgedeki satır araları yalnızca Amerikan dış politikasının yeni yönünü değil, dünya siyasetinin de yeni eksenini gözler önüne seriyor. Trump’ın yıllardır savunduğu America First çizgisinin artık dış politikada kurumsallaştığını; ABD’nin klasik Monroe Doktrini’ne “Trump eki” (Trump corollary) ekleyerek bir yüzyıl sonra yeniden kendi kıtasına dönmek istediğini resmen ilan ettiğini görüyoruz.
Dünyanın son büyük hegemonyası, adeta denizin ortasında bir anda sancak alabanda (sağa sert kırış) yaparak rotasını değiştirdi. Bu dümen kırışı, gemiyi yaklaşan bir buzdağından mı kurtarmaya yönelik acil bir manevra mı, yoksa geminin su almaya başladığının ilk işaretleri mi?
Bu belge ve değişimi aktif olarak müzakere edilmekte olan Ukrayna-Rusya barış görüşmelerinden ayrı düşünmek hata olur. En temelinde Putin’in Ukrayna’ya yönelik bir savaş başlatmasını temellendirmesinde bir sürü tarihi kültürel faktör öne sürülmüş olsa da ana endişesinin her yıl artmakta olan NATO genişlemesinin Rusya’ya oluşturduğu tehdit algısı olduğu aşikardı. Askeri operasyonun stratejik hedeflerinden birinin NATO genişlemesinin durdurulması ve hatta NATO’nun anlam ve vizyon değişikliğine gitmesi olduğu açıktı. Bunu nasıl elde edebileceği savaşın başlarında çok meçhul ve imkânsız görülüyordu. Ancak geldiğimiz gün itibariyle bizzat ABD tarafından bu stratejik hedefin Putin’e altın tepside sunulduğuna şahit oluyoruz. Barış antlaşmasında ne yazacak daha kimse bilmiyor ama bu belge bana Putin kazandı, dedirtiyor.
Bu belgenin yayınlanmasıyla eş zamanlı olarak Brüksel’de yapılan NATO toplantısına ABD Dışişleri Bakanın katılmamış olması ve toplantıda ABD’nin açıkça 2027’yi “Avrupa’nın kendi savunmasını üstlenmesi” için son tarih olarak ilan etmesi ise yine bu büyük resmi tamamlayan diğer parçaları oluşturdu. Açıkçası ben Ukrayna-Rusya barışının sağlanabileceğine ilk kez emin oldum diyebilirim çünkü Putin’e savaşarak çok zor elde edebileceği bir kazanımı Trump direkt sunduğu için Putin’in daha da savaşı sürdürmesini anlamsız hale geliyor. Tabi ki buna inanmak inanmamak ve daha bir sürü küçük detay masada konuşuluyor. ABD temsilcisi Witkoff’un Putin ile en son 5 saat oturup toplantı yapması boşuna değildi. O toplantı sonrası bu açıklamalar da rastlantı olarak yayınlanmadı herhalde.
Yayınlanan belgenin Avrupa bölümünde kullanılan dil, alıştığımız transatlantik nezaketten oldukça uzak. ABD göç politikalarının Avrupa’nın demografisini hızla değiştirdiği vurgulanıyor ve Avrupalı olmayan toplumların çoğunluk olduğu bir NATO düzeninin geleceği sorgulanıyor. Aynı zamanda Avrupa’nın şu anki gidişatını hem ideolojik hem de politik olarak sorgulayarak amaçlarından birinin bu gidişatı düzeltmek olduğunu net ifade ediliyor. Hatta şu ifadeyi açıkça kullanıyorlar: “Avrupa’nın mevcut gidişatına karşı Avrupa ülkelerinin içinden direnç geliştirmeyi hedefleyeceğiz.”
Filtresiz yorumlayacak olursak bu dümdüz diplomatik ifadelerle paketlenmiş bir rejim mühendisliği söylemidir. ABD bu dili başka bölgeler için defalarca kullandı; fakat Avrupa’ya karşı ilk kez bu kadar çıplak şekilde dile getirildiğine şahit oluyoruz. Mesaj çok net: ABD, aslında kendi eliyle yarattığı Avrupa düzeninin bugün sorunlu olduğuna hükmetmiş ve kıtayı yine kıtanın içinden “düzeltme” niyetinde.
Aynı belge, Avrupa’nın kendi güvenliği için daha fazla para harcaması gerektiğini söylerken, bunun siyasi sonuçlarıyla pek ilgilenmediğini de gösteriyor. Çünkü silahlanan bir Avrupa ister istemez milliyetçileşir ve Avrupa milliyetçiliği tarihsel olarak… Dolayısıyla bu strateji, kendi içinde taşıdığı dinamik gereği, Avrupa’nın yeniden ulus devletlerine geri dönmesini amaçlıyor. ABD üstü kapalı ama direk bir biçimde: Avrupa Birliği projesinin bitmesi gerektiğini ve aktif olarak bu amaçla çalışacağını ifade ediyor. Bu yalnızca kötümser bir okuma değil; bizzat belgenin ima ettiği ve hatta bazı bölümlerde arzu ettiği sonuç.
Nitekim raporla aynı günlerde Elon Musk’ın sosyal medyada AB’yi “dağıtma” çağrıları yapması ve Rusya’dan Medvedev’in bu çıkışlara açık destek vermesi, metindeki jeopolitik niyetin aslında çok daha geniş bir koordinasyonla örtüştüğünü gösteriyor. Avrupa’nın kendi içinde çatlaması, yalnızca bir öngörü değil; açıklamalar üzerinden bakıldığında adeta teşvik edilen bir hedef haline gelmiş durumda.
ABD’nin yeni odağı: Batı yarımküre – yani Monroe Doktrini’nin “Trump Uzantısı”
Strateji belgesinin en net mesajı şu: Washington’un birinci önceliği artık Amerika kıtası. Belgede açıkça ABD’nin askeri varlığını, dünyadaki diğer bölgelerden kendi yarımküresine kaydıracağı belirtiliyor. 1823 tarihli Monroe Doktrini, özünde “Avrupa Amerika kıtasına karışmasın; biz de Avrupa’nın işlerine girmeyelim” yaklaşımıyla ABD’nin kıtasal bir güç olarak konumlandığı temel ilkedir. Ancak İkinci Dünya Savaşı, ardından Soğuk Savaş ve nihayet 11 Eylül sonrası küresel terörle mücadele stratejileri ABD’yi bu doktrinden oldukça uzaklaştırdı; Washington yaklaşık bir asır boyunca dünyanın her bölgesine yayılmış bir küresel güvenlik mimarisinin merkezinde yer aldı.
Bugün ise ilginç bir tarihsel döngüye tanıklık ediyoruz: ABD, hegemonyasını inşa ederken terk ettiği eski doktrinini Trump ekiyle güncelleyerek yeniden benimsiyor. Ve bu dönüşte kritik bir ayrıntı var: Trump yalnızca “Amerika Birleşik Devletleri sınırlarına çekileceğim” demiyor; Monroe’nun özgün ruhunu takip ederek “tüm Amerika kıtasına, yani Kanada’dan Arjantin’e kadar uzanan geniş coğrafyaya odaklanalım” diyor. Bu çerçevede yeni strateji, ABD’nin sadece dünya jandarmalığından istifasının değil, etki alanını yeniden sınırlandırarak güç yoğunluğunu Batı yarımküresine taşımasının resmî ilanı niteliğinde.
Çin artık “birincil tehdit” değil, sadece ekonomik rakip
ABD dış politikasında ilk kez: Çin artık “en büyük tehdit” değil, “en kritik sınama” değil. ABD Çin’i artık bir askeri-ideolojik düşman değil, esasen ekonomik bir rakip olarak tanımlıyor. Ayrıca ABD politikasının herhangi bir ideolojik temele dayanmadığını ve demokrasi ihracı gibi hedeflerinin artık olmadığını vurguluyor. Bu, misyoner liberalizmin resmen sona erdiğinin ilanı. Tarihin sonu kitabını yazan ve Ukrayna’nın savaşı aylar içinde kazanıp Putin’in tarihten silineceğini öngören Fukuyama’ya buradan selamlar.
Washington artık Çin’i yenebileceğine emin bile değil. Belgede yer alan bir başka çarpıcı ifade ise şu: “Tayvan’ı savunmak için askerî üstünlüğü korumak idealdir.” Buradaki “ideal” vurgusu, bunun artık garanti edilen bir hedef olmaktan çıktığını gösteriyor. Üstelik metinde, müttefiklerin savunma harcamalarını ciddi biçimde artırmaması hâlinde Tayvan’ın savunulmasının fiilen imkânsız hâle gelebileceği de ifade ediliyor. Bu, benim bildiğim kadarıyla ABD’nin ilk kez resmî bir belgede örtük biçimde “Çin bazı senaryolarda bizi askerî olarak geçebilir” dediği anlamına geliyor. Bu bile tek başına tarihsel bir dönüm noktası.
Peki ABD Çin’e karşı nasıl rekabet etmeyi planlıyor? Cevap net: ekonomik koalisyonlarla.
Yeni yayımlanan stratejik belge, bir anlamda ABD’nin 11 Eylül sonrası izlediği küresel müdahaleci çizgiden geri döndüğünün de itirafı niteliğinde. Amerika, adeta “küresel bir imparatorluk kurmaya çalışmak bizim için büyük bir hataydı” sonucunu artık tüm dünyayla paylaşıyor.
Özetle ABD artık dünyayı dönüştürme iddiasından hızla uzaklaşıyor, kendi yarımküresine yöneliyor ve küresel jandarma rolünden çekiliyor. Avrupa’yı kendi hâline bırakıyormuş gibi gözükürken, Avrupa’nın iç politika kararlarına kadar uzanan bir müdahaleci dil kullanıyor. Çin ile rekabetin ise ideolojik ya da askerî düzlemden çok, ekonomik ve endüstriyel bir zemine kaydırılması hedefleniyor. ABD iç siyaseti artık dış politikayı belirleyen ana faktör hâline geliyor: sınırlar, göç, karteller ve iç güvenlik. Dünya da bu dönüşümle birlikte blokların değil, bölgelerin öne çıktığı yeni bir döneme giriyor.
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Fukuyama’nın ilan ettiği “tarihin sonu” söylemi, bu belgeyle birlikte 2025 itibarıyla fiilen çökmüş görünüyor. Hatta tersinden söylersek, tarih burada yeniden başlıyor. Bana kalırsa tarih, insan var oldukça zaten hiç bitmeyecektir. İçinde bulunulan ideolojiyi mutlak doğru ilan edip ondan daha iyisini düşünmeyi bırakmak ise entelektüel tembelliğin en sade ve en tehlikeli biçimidir.
*Bu siteye yazılan köşe yazıları Türkinform'un editöryal politikasını yansıtmamaktadır. Köşe yazılarındaki görüşler yalnızca yazarları ilgilendirmektedir.*