Son yirmi yılda borç yükü gelişmiş ekonomilerde hızla yükseldi. Son 25 yılda ise ABD, Avrupa ve Türkiye'de ise durumlar tersine döndü.

Yirmi beş yıl önce, gelişmiş ülkeler düşük borç oranlarıyla övünürken Türkiye ve Rusya gibi ekonomiler yüksek borç yüküyle mücadele ediyordu. Bugün tablo adeta tersine dönmüş durumda. ABD ve İngiltere yüzde 100’ü aşan borç seviyeleriyle tarihin en yüksek oranlarını görürken, Türkiye ve Rusya borç yükünü ciddi şekilde azaltmış durumda. Bu değişim yalnızca rakamlardan ibaret değil; ekonomik sistemlerin, krizlere verilen tepkilerin ve para politikalarının da yeniden tanımlandığı bir dönemi işaret ediyor.

ABD’nin borcu 2000’de GSYİH’nin yüzde 54’ü düzeyindeydi. Bugün bu oran yüzde 120’ye tırmanmış durumda. 2008 finans kriziyle başlayan kamu harcaması dalgası, pandemide devasa destek paketleriyle büyüdü. Artık borç, yalnızca bir mali yük değil; büyümeyi sınırlayan bir yapısal sorun haline geldi. Washington, faizlerin tarihi seviyelere çıkmasıyla bütçenin yarısını borç faizine ayırmak zorunda kalıyor. Üstelik demografik yaşlanma ve sağlık harcamaları, bu eğilimi tersine çevirmeyi imkansız hale getiriyor.

İngiltere ise, 2000’de yüzde 37’lik borç oranıyla Avrupa’nın en disiplinli ekonomilerinden biriydi. Ancak Brexit sonrası belirsizlik, pandemi teşvikleri ve enerji sübvansiyonları tabloyu tamamen değiştirdi. Bugün Londra’nın borcu GSYİH’nin yüzde 103’üne ulaşmış durumda. Artan faiz oranları borç servisini zorlaştırıyor, kamu harcamaları ise siyasi baskılar nedeniyle kısılamıyor. İngiltere artık “borç disiplini”ni değil, “borçla yaşamayı” öğrenmek zorunda. Ancak bu her zaman kötü bir gelişmeye işaret etmiyor. Evet ABD ve İngiltere’de borç yüksek ama finansman erişimi güçlü, dolayısıyla bu durum gözardı edilmeyecek kadar etkili.

Almanya'ya gelecek olursak Berlin, “borç freni” politikasını anayasasına koyması hasebiyle yıllarca örnek gösterildi. Ancak pandemi, enerji krizi ve Ukrayna savaşıyla birlikte Almanya da bu istikrarın bedelini ödemeye başladı. Oran 2000’de yüzde 59 iken bugün yüzde 65'e yükseldi. Kısacası Berlin'indeki disiplin sürüyor ama artık bu frene her zamankinden daha çok yük biniyor. Savunma harcamaları, sanayi dönüşümü ve yaşlanan nüfus Almanya’yı büyük bir borç ikilemine sürüklüyor. Öyle ki ABD'nin AB ve Avrupa ülkeleri üzerinde finansmanı büyük ölçüde azaltması da sürece doğal bir etkide bulundu.

Türkiye’nin 2000’de yüzde 51 olan borç/GSYİH oranı bugün yüzde 26’ya geriledi. Yüzeyde bu başarı gibi görünse de arka planda durum biraz karmaşık. Bunun bir nedeni de olarak yüksek enflasyon nominal GSYİH’yi şişirerek oranı yapay biçimde düşürüyor. Üstelik borcun önemli kısmı kısa vadeli ve yüksek faizli. Ankara, 2001 krizi sonrası mali disiplinini korusa da son yıllarda kur dalgalanmaları ve yüksek faizler, düşük borç oranının ardındaki kırılgan yapıyı gizleyemiyor. Nitekim düşük oran, güçlü bir ekonomi anlamına gelmiyor.

Rusya, 2000’de yüzde 56’lık borç oranından 2024’te yüzde 21’e geriledi. Bunun ardında enerji gelirleri ve devletin sıkı mali disiplini yatıyor. Ancak Ukrayna savaşı, yaptırımlar ve dış finansman kısıtları bu tabloyu gölgeliyor. Rusya borçlanmıyor çünkü borçlanabileceği kaynak oldukça sınırlı. Dolayısıyla düşük borç oranı, ekonomik gücün değil, izolasyonun bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Küresel ekonomi artık borçla yaşamanın yeni yollarını arıyor. Kimin daha az borçlu olduğundan çok, kimin borcunu yönetebildiği dönemi yaşıyoruz. Yaşlanan nüfus ve düşen verimlilik, borçların GSYİH’ye oranını büyüttü. 2022 sonrası ise sıkı para politikaları borç servisini külfetli hale getirdi. Türkiye örneğinde olduğu gibi, yüksek enflasyon borç oranını yapay biçimde düşürebiliyor.

*Bu siteye yazılan köşe yazıları Türkinform'un editöryal politikasını yansıtmamaktadır. Köşe yazılarındaki görüşler yalnızca yazarları ilgilendirmektedir.*