İşçinin emeği, yalnızca bir üretim aracı değil; insan onurunun, geçim mücadelesinin ve toplumsal huzurun temelidir. Bu emeğin karşılığı olan ücret ise sadece bir maaş bordrosu kalemi değil, bir evin ışığını yakan, tencereyi kaynatan, çocuğu okula gönderen yaşam kaynağıdır. Ve Anayasamızın 55. maddesi bu hakkı net bir biçimde tanımlar: “Ücret, emeğin karşılığıdır.”

Ancak ne yazık ki kâğıt üzerindeki bu açık hüküm, sahadaki gerçeklikle her zaman örtüşmüyor. Özellikle ekonomik dalgalanmaların arttığı dönemlerde, küçük ve orta ölçekli işletmeler başta olmak üzere birçok iş yerinde ücretler ya geç ödeniyor ya da hiç ödenmiyor. "Nakit sıkışıklığı", "kriz", "beklenmedik giderler" gibi gerekçelerle ötelenen maaşlar, aslında sadece işçinin cüzdanını değil, ruhunu da yıpratıyor.

Ay sonunu getiremeyen, faturasını ödeyemeyen, çocuğuna harçlık veremeyen bir işçinin içine düştüğü psikolojik çöküntü, artık bireysel bir sorun değil, toplumsal bir yaradır. Çünkü emeğin karşılık bulmadığı yerde yalnızca bireysel motivasyon değil, üretim kalitesi de düşer; verim azalır, işletmenin sürdürülebilirliği riske girer.

Yasa Ne Diyor?

Tam da bu noktada 4857 sayılı İş Kanunu’nun 34. maddesi devreye giriyor. Bu maddeye göre, ücreti zamanında ödenmeyen işçi, iş görme borcunu yerine getirmekten kaçınabilir. Yani bir başka ifadeyle, "Ücretimi alamıyorsam, çalışmak zorunda değilim" deme hakkına sahiptir. Üstelik bu nedenle işverenin işçiyi işten çıkarması da hukuken mümkün değildir.

Ancak bu hakkın da bir sınırı var: Zamanaşımı. 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu ile ücret alacaklarında zamanaşımı süresi 5 yıl olarak belirlendi. Eğer bir işçi, hak ettiği ücreti almak için beş yıl içinde yasal yollara başvurmazsa, bu hak tamamen ortadan kalkar. Alın teri buhar olur, adalet elden kayar.

Üzülerek belirtmek gerekir ki birçok çalışan bu süreden habersiz. Yıllar sonra hakkını aramak isteyen işçi, mahkemeden eli boş dönebiliyor. İşte bu yüzden sendikalara, hukukçulara, sivil toplum kuruluşlarına önemli bir sorumluluk düşüyor: Bilgilendirmek, yönlendirmek, yol göstermek.

İşverenin Sorumluluğu da Büyük

Bu tablo yalnızca işçiyi değil, işvereni de ilgilendiriyor. Ücretlerin zamanında ödenmemesi, işverenin hem yasal hem de vicdani yükümlülüklerini ihlal etmesi anlamına gelir. Geciken her maaş, sadece faiz yükümlülüğü doğurmaz; aynı zamanda kıdem, ihbar ve hatta manevi tazminat gibi birçok ek maliyeti de beraberinde getirir. Dahası, Yargıtay kararları da açık: Ücretini alamayan işçi işten ayrıldığında, bu durum "haklı fesih" sayılır ve işçi tüm tazminat haklarını alarak ayrılabilir.

Unutulmamalı ki iş hukuku yalnızca işverenin çıkarlarını değil, işçinin yaşam hakkını da koruma amacı taşır. Bu denge bozulduğunda, sadece birey değil, toplum da kaybeder. Çünkü iş barışı, ancak emeğin hakkı teslim edilirse mümkündür.

Bir Maaştan Daha Fazlası

Ücret dediğimiz şey, yalnızca bankaya yatan bir rakam değildir. O maaş; bir çocuğun defteri, bir annenin ilacı, bir babanın kirasıdır. Geciken her maaş, aslında geciken bir umut; eksik ödenen her ücret, eksilen bir insanlık onurudur.

Bir ülkenin gelişmişliği, sadece yollarla, gökdelenlerle değil; emeğe gösterdiği saygıyla ölçülür. Bu yüzden diyoruz ki: Ücret gecikirse, adalet de gecikir. Adaletin geciktiği bir toplumda ise ne huzur kalır, ne üretim, ne de gelecek.

Emeğe saygı, geleceğe yatırımdır.