Yıllar önce, İstanbul'un kalabalık sokaklarının gölgesinde, dedemin ömründen uzun bir geçmişe sahip eski bir lojmanda yaşıyorduk. Kamu görevlisi olarak İstanbul’da kirada oturmak cefa, lojmanlarda olmak sefa demekti: Daracık odalarımız bile huzur doluydu, duvarlar arasında yankılanan kahkahalarla.
Hayat doğal akışı içinde akarken kendi ritminde geleceğe doğru, bizlerin takvim yaprakları ile tespit etmeye çalıştığımız günlerden bir gün; evde, sıradan bir rutinle banyoya girmiş, aynanın karşısında kendime bakarken gözüme bir gölge çarptı. Bir hamam böceği. O an, içgüdüsel bir refleksle ayağımdaki terliği kaptım ve vurduğum gibi eziverdim onu. Hamam böceklerini bilirsiniz: Siyah, parlak kabuklu yaratıklar, ezildiğinde çıkardıkları o iğrenç çatırtı, etrafa yayılan ezik kalıntılar... Peçeteyle toplarken duyulan tiksinti, midenin bulanması, normal hayata dönmenin dakikalar, hatta saatler alması. Genellikle unutursunuz bunları; zihin, rahatsız edici anıları bir sis perdesinin ardına iter. Ama bu sefer öyle olmadı. O ezilen hamam böceği, bir canlının son nefesini vermesi, defalarca zihnimi kemirdi.
Öldürmekle hata mı ettim?
Bir yaşamın, benim elimden sonlanması, insanı sarsmıyor mu?
Bu soru, gönül penceresinden bakıldığında, evrensel bir felsefeye açılır: Her canlının yaşam hakkı yok mudur? İnsanlar gibi, hayvanları da sınıflara ayırıyoruz; önyargılarımızla damgalıyoruz onları. İyi-kötü, zengin-fakir, sevimli-sevimsiz diye insanları etiketlediğimiz gibi, hayvanları yararlı-zararlı, evcil-vahşi, tehlikeli-tehlikesiz diye ayırıyoruz. Sinek, sivrisinek, hamam böceği, yılan... Bunlar sevimsiz, iğrenç addedilir; varlıkları bile tahammül sınırlarımızı zorlar. Öte yandan, kedi, tavşan, at, uğur böceği, kanarya gibi yaratıklar sempatimizi kazanır. Kurt, kartal, aslan saygı uyandırır; domuz, köpek, çakal, sırtlan ise tiksintiyle anılır. Bu ayrım, doğanın dengesiz bir yansıması mı, yoksa insan ruhunun kendi gölgelerini hayvanlara yansıtması mı? Bu sınıflandırma, empatiyi mi yoksa korkuyu mu besler? Bir hamam böceğinin ezilmesi, bir sineğin kovulması, neden bu kadar kolay gelir bize?
Peki, neden hayvanlar birbirini öldürür?
Cevap, doğanın acımasız ama adil kanununda gizli: İçgüdü.
Hayvanlar, akıl yürütmez; varoluşun ritmine uyarlar. Yaşam döngüsünde bazen avcı, bazen av olurlar. Ormanın derinliklerinde, bir aslan ceylanı yakalar; bir örümcek sineği ağına düşürür. Her şey, ekosistemin kuralına göre akar – kan akar, ama denge bozulmaz. Bu döngüde vicdan yok, sadece hayatta kalma var. İnsan ise, bu içgüdüyü aşan bir varlık; ahlakı, etik sorgulamalarıyla doğayı yorumlar. Ama pratikte, biz de o döngüye kapılırız.
İşte burada, Türk mitolojisinin ve ruhunun sembolü kurt devreye girer. Kurtlar... O gri gölgeler, bozkırın efendileri. Bir kurt, asaletini kanıtlamak için kendi cinsinden üç-beş rakiple boğuşur; yaraları, madalyalarıdır onun. Çakal sürülerine, sırtlan çetelerine dalar ki kurtluğu tescillensin. Havlayan köpekle vakit kaybetmez; saldıran ite ise pençesini indirir, boğar ve atar kenara. Kurt, itliğini sergileyenle muhatap olmaz; asaleti, onu yüceltir.
Bu metafor, sadece hayvanlar için değil, insan karakteri için de geçerli: Her birey, cinsine göre hareket eder. İt, ulur; kurt, sessizce yol alır. Felsefi bir bakışla, bu ayrım Aristoteles'in erdem etiğinde yankılanır: Asalet, düşük olanı umursamamakla değil, yüce olana sadakatle ölçülür.
O halde, neden biz hayvanları öldürürüz?
"Avcılık için!" diyecekler; haklılar, çünkü tarih boyunca et, besin zincirinin parçası. "Protein, beslenme için" diyenler de doğru söyler; açlık, en temel içgüdü. Ayağı kırılan atı vurmak, merhamet diye savunulur – acıdan kurtarmak adına. Ama asıl savaşımız, "zararlı" addedilenlerle: Kan emici sivrisinek, hastalık taşıyan sinek, sevimsiz hamam böceği, yaradılıştan düşmanımız yılan. Bunlar, hedef tahtamız; görüldükleri yerde infaz ediliyorlar. Neden? Tek suçları, yanlış yerde olmaları. Kişinin yaşam alanına tecavüz ettiklerinde – eve sızan yılan, yatak odasındaki sivrisinek, mutfaktaki sinek, banyodaki hamam böceği – ölüm kaçınılmaz. Sokakta çocuğa saldıran köpek, kasabaya inen ayı... Hepsi, kendi sınırlarını aştıkları için bedel öder. Doğa, herkesin özgür olduğu bir arena; ama kural ihlali, cezayı getirir.
Bu mantık, sadece hayvanlarla sınırlı kalmaz; insanların kutsalına sıçrar. Devlet, millet, bayrak; milli ve manevi değerler, aile, bireyin onur ve şerefi... Bunlar, dokunulmaz kutsallardır insan için. Çoğu saldırılar sözle gelir; dil, o an kendi celladı olur söyleyen kişi için. Müptezel ya da soysuzlar tarafından bu kutsallara hamle yapıldığında, hedefteki kişi – kim olursa olsun – kurtlaşır. Hele ki o kişi Türk kanı taşıyorsa, dünyayı dar eder muhataplarına. Kurtlaşamayan ise, onlardan farksızdır; ruhu, it ulumasına döner.
Devletler için de aynı: Milli birlik ve beraberliğe, toprağa, bayrağa, özgürlüğe yönelik tehditler karşısında, ulus kurt postuna bürünür. Tarih, bu kurtlaşmalarla dolu: Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşı'nda, bozkırın yiğitleri gibi.
Karşınızdakinin ne olduğu, ne yaptığı önemsiz. Asıl mesele, sizsiniz. Kutsalınıza saldırı anında kurtlaşabiliyor musunuz? Asaletinizi, yaralarınızla taçlandırıp gereğini yapabiliyor musunuz? Hamam böceği ezilirken duyduğum tiksinti, belki de kendi içimdeki kurdun feryadıydı – yaşamın kırılganlığını fark eden bir uyanış.
Her varlık, kendi alanında özgür; ama sınır aşıldığında, doğa da insan da pençesini gösterir. Kurtlaşmak, sadece hayatta kalmak değil; onur ve şerefle yaşamaktır.
Siz, o pençeyi indirebiliyor musunuz?