Türkiye’nin kırk yılı aşkın süredir yürüttüğü PKK ile mücadele süreci, büyük bedellerle şekillendi. Binlerce vatandaşımızı, askerimizi, gencecik öğretmenlerimizi ve onlarca diplomatımız şiddet kurbanı oldu; şehirler, köyler boşaldı, toplumsal huzur yaralandı. Ancak burada bir algı yanlışına düşmemeliyiz. Devletin bekası açısından bu hayati mücadeleyi yalnızca silahlı mücadeleye indirgemek, tehlikeli bir yanılsamadır. Çünkü burada stratejik anlamda mücadele,” “teröristle mücadelenin” çok ötesine geçen, genel bir stratejidir. Dolayısıyla, bu iki kavram birbirinden çok farklıdır ve bu farkı görememek, Türkiye’nin hem güvenlik hem de toplumsal barış hedeflerine zarar verebilir.
Teröristle mücadele, askeri bir disiplindir. Sınır ötesi operasyonlar, iç güvenlik harekâtları, istihbarat destekli nokta atışları gibi doğrudan silahlı unsurlara karşı yapılan eylemleri kapsar. Türkiye, bu alanda halihazırda önemli başarılar elde etti. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin kendine ait SİHA teknolojisinin de devreye girmesiyle, kırsal alandaki bölücü örgüt hareketliliği ciddi biçimde zayıflatıldı. Militanlar için artık devletin cezalandırıcı gücünün ne zaman ve nereden geleceğini bilemediği bir korku dünyası var. Bu, askeri olduğu kadar psikolojik bir zaferdir.
Ancak asıl mesele buradan sonra başlıyor: Stratejik mücadele, yalnızca silahlı unsurları etkisiz hale getirmekle sınırlı bir alan değil. Ekonomik, sosyal, siyasi ve diplomatik boyutları olan, uzun soluklu bir devlet stratejisidir. Devletin tüm kaynaklarını — yalnızca askeri değil, aynı zamanda eğitimden kültüre, ekonomiden dış politikaya kadar tüm araçlarını — seferber etmesini gerektirir. Elbette, hukuki müktesebatın da buna uygun olarak ele alınması bir zarurettir.
Aradaki farkı bir örnek üzerinden açıklayalım: Elimine edilen her bir örgüt üyesinin, propaganda vasıtası ile örgüte yeni militan kazandırma katsayısı vardır. Bu nedenle örgüt, bazen şiddet eylemlerinin medya üzerindeki yansımasını büyük bir mağduriyet söylemine çevirebilir. Böylelikle sürdürülen askeri mücadelede, elimine edilen her bir örgüt mensubu, çok daha fazla sayıda insanın örgüte katılması veya en azından sempati duyması sonucu doğurmaması mücadelenin taktik başarılar ötesinde stratejik hedefidir.
Carl von Clausewitz’in “ağırlık merkezi,” askeri stratejinin temel kavramıdır. “Savaş Üzerine” adlı eserinde, von Clausewitz bunu mecazi olarak düşmanın savaşma azmi açısından “her şeyin bağlı olduğu tüm güç ve hareketin merkezi” olarak tanımlar ve bu noktayı ele geçirmenin veya etkisiz hale getirmenin zafer için elzem olduğunu vurgular. Stratejik mücadeleye uygulandığında, ağırlık merkezi kavramı, yasa dışı örgütlerin dışarıdan destekli, örümcek ağı şeklindeki ve genellikle ideolojik doğası nedeniyle daha karmaşık hale gelir. Asimetrik savaşta, ağırlık merkezi tek bir şeye bağlı olmayıp, birbiriyle ilişkili kritik yetenekler ve gereksinimlerden oluşan genel bir sistem, bir ağ yapısı olarak değerlendirilebilir.
Bu bağlamda Clausewitz’in kavramı geçerliliğini korumakla birlikte modern, düzensiz çatışma alanlarına uygun olarak yeniden yorumlanması gerekiyor. Bölücü örgütle mücadele, tamamen askeri olmaktan ziyade psikolojik, sosyal, iktisadi ve en önemlisi sembolik yapıların iç içe geçtiği girift bir yapı arz eder. Dolayısıyla stratejik başarı, yeni mağduriyetler yaratmadan veya örgütün anlatısını güçlendirmeden bu karmaşık merkezi hedeflemeyi içerir.
Öte yandan Sun Tzu’nun binlerce yıllık devlet aklını yansıtan “Savaş Sanatı,” teröre karşı mücadeleyi tanımlayan asimetrik ve psikolojik savaşın kendi özgü karakteristikleriyle oldukça uyumlu stratejik bir bilgelik sunar. Bu anlayış, esneklik, asgari güç ve dolaylı stratejilere yaptığı vurgu, salt kas kuvveti veya militarizme karşı daha dengeli bir bakış açısı ortaya koymaktadır. Clausewitz savaştan “güç ve irade” olarak bahsederken, Sun Tzu savaşı “zeka ve yanılsama” olarak öğretir. Her ikisi de gereklidir—ancak bölücülüğe karşı stratejik mücadelede Sun Tzu daha öngörülü bir rehber olabilir.
Bu noktada geçmişten ders almak önemlidir. Türkiye, 1970’li yıllarda ASALA’nın diplomatlara yönelik suikastlarıyla bu tip şiddet eylemleriyle tanıştı. 1980’lerin ortasında bu kez etnik ayrışma zemininde PKK sahneye çıktı. Her iki süreçte de “dış mihraklar” belirleyici rol oynadı. Yasadışı örgütler, Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen çevrelerin maşası olarak hareket ettiler. Özellikle PKK, Soğuk Savaş sonrası şekillenen tek kutuplu dünya düzeninde güç kazanırken, bugün çok kutupluluğa evrilen yeni düzende daha karmaşık ittifaklar kurarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bu değişim, Türkiye’nin stratejik yaklaşımını da yeniden şekillendirmesini gerektiriyor. Mücadelenin sınır ötesi, kapsayıcı yapısı askeri başarıların kalıcı zafere dönüştürmesini gerekli kılıyor.
Bugün artık askeri başarıyı, sosyal iyileştirme ve toplumsal barış politikalarıyla destekleme zamanı. Çünkü önümüzdeki mücadele aynı zamanda bir toplumsal travma yönetimidir. On binlerce insan yakınlarını kaybetti. Gazilerimiz, şehitlerimiz, kaybolan çocukluklar, yarım kalan hikâyeler var. Sadece dağlarda değil, zihinlerde de bir çatışma yaşandı. Süreç, yalnızca fiziksel bir tehdit değil; aynı zamanda semboller, imgeler, korkular üzerinden işleyen bir zihinsel işgal olarak karşımıza çıkartıldı.
Dolayısıyla “terörsüz Türkiye” hayali, yalnızca bombaların patlamadığı bir ülke değil; bu aynı zamanda vatandaşlarının metrolara, alışveriş merkezlerine korkusuzca girdiği, gündelik yaşamında şiddetin gölgesinden arındığı bir toplumu işaret eder. Bu da, yalnızca askeri değil, psikolojik ve kültürel düzlemde de sürdürülebilir bir stratejiyle mümkündür.
Bugün elimizde bir fırsat var: tartışmasız askeri üstünlük, topyekûn mücadele için dair daha geniş bir vizyonun kapısını aralıyor. Eğer bu noktada siyasi irade, toplumsal mutabakat ve uluslararası diplomatik refleks bir araya getirilirse, sadece dağlarda, kırsalda ya da şehirlerde değil, zihinlerde de barış tesis edilebilir. Mücadelenin, akılda kazanılması mutlak zaferi getirecektir. Amaç anlık olarak şiddet eylemlerini bitirmek değil, şiddet eylemlerine zemin hazırlayan tüm unsurları hepten ortadan kaldırabilmektir.
Ancak unutulmamalı: Böyle bir mücadelenin başarısı, topyekûn bir seferberlik ister. Tek vücut olmayı gerektirir. Zaten stratejik düşünce tanım itibarıyla devletin tüm güçlerinin bir hedef dahlinde harekete geçirilmesi sürecidir. Aksi halde, askeri başarı bile anlamını yitirir. Türkiye artık bu ayrımı görmek ve artık stratejik yönetime yönelik adımlar atmak zorundadır.