Türkiye son on yılda dış politikada çok kutupluluğa uyum gösterme çabalarında artık klasik denge polikarının sonuna geldi. Bir yandan BRICS+, Şangay İşbirliği Örgütü gibi alternatif uluslararası yapılara üyelik arayışları, öte yandan NATO’nun önemli bir üyesi olma gerekliliği. Ankara, ABD’nin askeri üslerine ev sahipliği yapmaya devam ederken, Rusya’yla askeri alanlar da dahil olmak üzere işbirliği çabaları gösteriyor, Çin’le ekonomik ilişkileri geliştiriyor. İşte bu stratejiye uluslararası ilişkilerde “stratejik dengeleme” (strategic hedging) deniyor — ve Türkiye bu oyunu son on yıldır ustalıkla oynuyor.
Ancak şimdi, uluslararası diplomaside ipler geriliyor. ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan olmasıyla birlikte, Ankara’nın üstünde yürüdüğü dış politika ipi, daha da tehlikeli hale gelmiş durumda.
Trump döneminde ABD, trans-Atlantik ilişkilerine yeni bir boyut kazandırdı ve aslında bir şekilde Avrupalılarla müttefiklik ilişkilerine sırtını dönmeyi tercih etti. NATO’ya olan bağlılık sorgulandı, dış politika kişisel ilişkilere ve ani kararlara bağlandı. Bu da Türkiye gibi orta ölçekli devletlere daha fazla manevra alanı açtı. Bu fırsatı iyi kullanan Ankara, S-400 alımı, Libya başta olmak üzere özellikle Afrika kıtasının stratejik bölgelerinde askeri varlık, Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan siyaseti, Karabağ'ın azad edilmesinde üstlenilen aktif rol... Hepsi Türkiye’nin bölgesel gücünü pekiştirdi. İçeride de “bağımsız dış politika” vurgusu kamuoyunda ciddi karşılık buldu.
Gelinen noktada asıl mesele şu: “Hedging” ya da stratejik dengeleme, kalıcı bir dış politika stratejisi olmaktan çok, geçiş dönemlerine özgü bir manevra biçimi olarak dikkat çekiyor. Tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş sürecinde, özellikle de ABD hegemonyasının zayıfladığı bir dönemde, oldukça işlevsel bir tercihten söz ediyoruz. Bu strateji, ittifak içi riskleri minimize etmek ve yükselen Çin ile yeniden sahneye çıkan Rusya gibi aktörler üzerinden siyasi, ekonomik ve askeri alanlar arasında denge kurmak amacıyla geliştirildi. Ancak nihayetinde bu, bir bekleme, zaman kazanma ve esneklik üretme stratejisidir. Ne var ki ne Doğu’ya ne Batı’ya tam anlamıyla yanaşmadan uzun vadeli bir yol yürümek, ne kadar sürdürülebilir bir tercihtir?
Tabi bir de işin merkezinde duran bir Recep Tayyip Erdoğan faktörü var. Putin, Xi Jinping ve Trump, diplomatik bürokrasiyi gereğinde bypass edebilen, dış politikaya neredeyse tek başına yön veren, Küresel düzeyde bir “güçlü lider” ligini ortaya çıkardı. Her sene Başbakan değiştiren, iç siyasi koalisyonlara odaklı ülkeler bir bir ligden düşerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu küresel liderler süper liginin önemli bir oyuncusu. Ancak an itibarıyla Türkiye için bir kazanım olan bu durum, ister istemez bir “ardıllık” meselesini de gündeme getiriyor.
Türkiye bugün birçok cephede güven açığıyla karşı karşıya. ABD, Türkiye'yi S-400 alımından sonra CAATSA yaptırımlarıyla cezalandırdı. Avrupa Birliği ile zaten donma noktasında olan ilişkiler daha da gerildi. NATO içinde Ankara’ya olan güven zedelendi; bugün Batı Medyasında sürekli olarak Türkiye'nin NATO'dan “atılması” gerektiği vurgulanıyor. Aynı zamanda, Rusya ve Çin gibi aktörlerle kurulan ilişkiler daha çok kısa vadeli bir nitelik taşıyor, karşılıklı çıkar esasına dayalı ve en azından an itibarıyla kalıcı ittifaklardan uzak.
Trump'ın ikinci döneminin ilk aylarında üst üste yaptığı radikal hamlelerle uluslararası düzen daha da öngörülemez hale geldi. ABD Başkanlık Seçimlerinde verilen onca vaade rağmen, Ukrayna ve Gazze’de akan kan henüz durdulamadı. Ancak Amerikan hegemonyasına dayanan tek kutuplu dünya düzeni her yanından çatırdamaya da devam ediyor; neredeyse çökmek üzere. Batı tarafından dikta edilen otuz yıllık “kural” temelli sistemin çözülmesi, Türkiye gibi orta büyüklükteki güçlerin hareket alanını süreç içinde azaltacaktır. Türkiye soğuk savaşın bitiminde bir taraftan belirsizliğin arttığı, diğer taraftan seçenekler daraldığı iki kutupluktan, tek kutupluluğa geçiş dönemini çok zor geçirdi. 90lar Türkiye açısından “kayıp on yıl” olarak tarihe geçti. Bugün, tek kutupluluktan, çok kutupluluğa geçiş benzer riskler içeriyor. Trump'ın “tarafını seç” baskısı altında Türkiye’nin bugünkü stratejik esnekliği, yarının stratejik yalnızlığına dönüşmemeli. Öte yandan ABD’nin özellikle Kuzey Irak ve Suriye politikaları, stratejik müttefikliğin gerektirdiği güven ilişkisini tesis etmekten uzak. Bilakis; Türkiye’de pek çok insan, ABD’nin bölge politikalarından büyük tehdit algılıyor.
Bu nedenle artık şu soruyu sormanın zamanı geldi: Türkiye hâlâ stratejik denge ipinde yürümeye mi devam edecek, yoksa bu ipin nereye çıktığını sorgulamaya mı başlayacak?
Dış politikada denge bazen ustalıktır, bazen çaresizlik. Türkiye bu dengeyi şimdiye kadar iyi götürdü. Ama ip geriliyor. İp gerildikçe, düşme riski de artıyor. Ve artan risk ile birlikte, dünya siyasetinin kalbinin attığı Avrasya coğrafyasında özne ülke Türkiye’ye olan ihtiyaç da giderek büyüyor.