Bir zamanlar sofralar yere serilir, bir ekmeği beş kişi bölüşürdük. Bayramlık elbiseler senelerce giyilir, çeyiz sandığı yıllar boyu sabırla hazırlanırdı. Bir "alın teri" vardı hayatın her köşesinde, bir "yetinme" kültürü... Şimdi ise tüketiyoruz. Eşyayı, zamanı, duyguyu… Ve en acısı, kendi özümüzü tüketiyoruz.
Bugün sokaklar lüksle süslenmiş, vitrinler ‘sahip ol’ diye bağırıyor. Kartlar şakır şakır harcanıyor, ekranlar sürekli daha fazlasını istiyor. Modern dünyanın bize sunduğu bu “parlak ambalajlı” hayatın bedelini ise en çok, Türk aile yapısı ödüyor.
Tüketmek Bir Yaşam Biçimi Haline Geldi
Tüketim artık yalnızca ihtiyaçla sınırlı değil. Tüketmek, statü göstergesi. Cep telefonu yenilenmediyse, tatil fotoğrafı paylaşılmadıysa, marka giyinilmediyse eksik hissediyoruz. Çocuklar oyuncaklardan sıkılıyor, gençler kendini kıyaslama bataklığında kaybediyor. Aileler ise bu yarışta birbirine yabancılaşıyor.
Anne-baba, çocuğuna vakit ayırmak yerine ona daha pahalı bir tablet alarak “telafi ettiğini” sanıyor. Evde sessizlik hâkim, çünkü herkes kendi ekranına gömülmüş. Konuşmalar kısa, yemekler yalnız, değerler sessizce raflara kalkmış durumda.
Aile: Bir Zamanlar Her Şeydi
Türk aile yapısı; dayanışmanın, sabrın, sevginin, saygının harman olduğu kutsal bir yapıydı. Büyüklerin eli öpülür, sofraya birlikte oturulur, bayramda küs kalınmazdı. Herkes birbirini gözetir, “biz” duygusu hâkim olurdu.
Şimdi bireysellik yüceltiliyor. “Kendin ol” mottosu, sorumluluktan uzaklaşmayı meşrulaştırıyor. “Ben” egemenliğinde yetişen nesiller, ailenin yükünü değil, sadece keyfini istiyor. Evlilikler sabun köpüğü gibi, boşanmalar sıradan, saygı lüks hale geldi. Aile artık bir liman değil, çoğu için geçici bir konaklama yeri...
Ruhun Tokluğu Yerini Ruhsal Açlığa Bıraktı
Eskiden azla mutlu olmayı bilen bir toplumduk. Şimdi ise çok şeye sahip olup, hiçbirine sevinemiyoruz. Çünkü ruh aç. Kalp aç. Sohbete, şefkate, sadeliğe hasretiz. Tüketim yalnızca cüzdanımızı değil, bizi biz yapan tüm değerleri de eritti.
Aile içindeki bireyler arasında artık paylaşım değil, performans yarışı var. Anne mükemmel görünmeli, baba çok kazanmalı, çocuklar başarıdan başarıya koşmalı... Oysa bir evin sıcaklığı, içinde kaç diploma olduğuyla değil, kaç kez birlikte gülümsenildiğiyle ölçülür.
Yozlaşma Nerede Başladı?
Yozlaşma birden olmadı. Önce televizyonlar girdi evlere, sonra internet. Ardından sosyal medya… Her biri değerlerimize ince ince sızdı. Örnek alınan karakterler değişti, hayranlık duyulan figürler değişti, hatta dualar bile değişti: "Hayırlı evlat" yerini "zengin evlat" duasına bıraktı.
Ahlaki sınırlar bulanıklaştı. Sabır yerine hız, sevgi yerine gösteriş, emek yerine kolaycılık benimsendi. İşte yozlaşma tam da burada başladı. Sessiz, sinsi, derinden…
Şimdi Ne Yapmalı?
Bu yozlaşma kader değil. Çünkü hâlâ umut var. Hâlâ bayramlarda bir araya gelen aileler var. Hâlâ “evladım adam olsun da yeter” diyen anneler var. Hâlâ dayanışmayı bilen, azla yetinen, özüne bağlı kalabilen insanlar var. Ama bu değerleri korumak artık tesadüflere bırakılamaz.
Aile içi iletişimi yeniden inşa etmeliyiz.
Tüketimin değil, üretimin ve paylaşmanın erdemini çocuklarımıza öğretmeliyiz.
Dijital dünyada kaybolmak yerine, evin içinde birbirimize yeniden dönmeliyiz.
Kökünü Kaybeden, Yönünü Bulamaz
Tüketen toplum yapısı, bizi zenginleştirmedi. Sadece doyumsuzlaştırdı. Oysa gerçek zenginlik, bir masanın etrafında toplanabilmekte, bir duayı birlikte edebilmekte, bir derdi paylaşabilmekte saklı.
Eğer bugün durup düşünmezsek, yarın sadece eşyalarla dolu ama sevgiyle bomboş evlerimiz olacak. Ve o zaman, en çok ihtiyacımız olan şeyi kaybetmiş olacağız: Aileyi.
*Bu siteye yazılan köşe yazıları Türkinform'un editöryal politikasını yansıtmamaktadır. Köşe yazılarındaki görüşler yalnızca yazarları ilgilendirmektedir.*